İLLÜZYON

Yazar Cuma, Ekim 24, 2014


Geçtiğimiz hafta bir intihar notu videosu seyretti yüz binden fazla kişi. Düzgün Türkçesi, bakımlı görünüşü (saçları, traşı, elleri ) ,içten sözleri ile ,37 yaşında gencecik bir adam, on dakikalık videonun sonunda, bir Ella Fitzgerald şarkısı ile veda etti. İyi eğitimli, ince ruhlu   biriymiş. Çünkü şöyle demiş videoda:

'' Bir noktada birazcık kendimi yalnızlığa ittim.  Hayatın tatsız taraflarıyla çok başa çıkamadım herhalde çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir inceliğe ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim.

ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi benim için. bu konuda takatimin artık tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini ve taşıyamadığımı ve bir şekilde bununla ilgili donanımları da zaman içinde çok geliştirmediğimi farkettim.

ki öyle sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtikçe daha da zorlanıyorum. bu da çok sıkıcı bir kısır döngü halini aldı açıkçası."

Okuduğuma göre , videoyu yayınlayıp yarım saat beklemiş. Sonrasında hayatına son vermiş. Seyredene kadar pek dikkatimi çekmemişti, bu sabahtan beri ise aralıklı olarak aklıma geliyor. En çok da sanal istila üzerine kafa yoruyorum ;  Facebook'ta arkadaş olduğumuz yüzlerce kişi var, yokluğumuz kaçı tarafından umursanır? İşaret parmağımız ile kaydıra kaydıra gözümüzün önünden geçirdiğimiz hayatlar olsa ne , olmasa ne? Belli bir yaşı aşmış, teknolojiye pek de aşina olmayan insanların bile gözlerini akıllı telefon ekranından ayırmadığı, gençlerin realite kavramını tamamıyla değiştiren bu saçma sapan aletler ; hiç tanımadığımız insanların gezdikleri, yedikleri, içtikleri, tatilleri, çocukları, okudukları, seyrettikleri ne zaman yerini aldı yaşadığımız hayatın? Annemizi ,babamızı, kardeşim, dostum dediğimiz insanları ayda bir kere aramaya vakit bulamazken, hiç tanışmadığımız insanların çocuklarının karne aldığını öğrenmek mesela, bize ne katıyor? Onlarca kişi her gün yediği yemeğin, içtiği çayın kahvenin resmini paylaşıyor, peki, bir fincan kahve için arayıp buluşabildiğimiz, evimize çağırabildiğimiz ya da evine çağrıldığımız kaç kişi var? Bu sanal kalabalık tamamıyla bir illüzyon; ''Hayatım dopdolu, arkadaşlarım var, seviyor ve seviliyorum'' diyebildiğimiz bir yaşam tarzının giderek ütopyalaştırıldığı yüzyılımızda, öyle bir yaşamın  gölgesini gösterip bizi oyalayan bir gözbağcılık.

Murat Menteş'in intihar notu başlıklı yazısından bir bölüm:

'Hayat yaşamaya değer' sloganını tekrarlayan kitleler, ölüm korkusunu aşmışlar mıdır?
İnsanın ölümcül ıstırabını, oyunbozanlık diye damgalamanın ötesinde ne yaparlar?
Atlamak üzere dama, köprüye çıkan kişileri caydırmak için konuşan memurları, vatandaşları gözünüzün önüne getirin:
İntihara karşı kullanılabilecek tek araç, sözlerdir. Yaşamaya davet eden kelimeler.
Peki, bunları söylemek için, intihar anını beklemek zorunda mıyız?
Neden 'Seni seviyorum, sen hayırlı bir evlatsın, iyi bir insansın, varlığın bana sevinç veriyor, bin yaşa…' diyemiyoruz?
Ağzını hayra açamayan bir toplumun zombileşmesi kaçınılmaz değil mi?
Dedikodu, iftira, aşağılama, laf çakma, hor görme, dışlama, gıybet, damgalama, kovma, hakaret, çamur atma, küçümseme, 'ayar verme', ağız dalaşı, sövme…
Bence bizi ölüme sürükleyen, intihara yönelmesek bile hayatımızın [dolayısıyla ölümümüzün] anlamını yok eden şeyler işte bunlar.


Bir şey yapmalı, hatta bir şeyler yapmalı, ama ne? Nasıl? Nerden başlamalı?
Bilen varsa beri gelsin.







Benzer Yazılar

0 yorum